• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/otacikoyu3
  • https://twitter.com/otacikoyu
  • https://www.instagram.com/otacikoyu
Üyelik Girişi
Aidat Borcu Sorgulama
Otacı Köyü
Otacı Köyü Kan Bankası
Otacı Fm
Atatürk Köşesi
Etkinlik Takvimi

OSMANLI DÖNEMİNDE KIZILCAHAMAM



 Ankara, Ahî yönetiminde iken, stratejik öneminden dolayı, Osmanlı hükümdarı Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa tarafından fethedilir (1354). Fakat bir süre sonra Ahiler tarafından geri alınınca, bu sefer de Osmanlı hükümdarı I.Murat  tarafından çevresi ile beraber (Yabanabad dahil) Osmanlı topraklarına katılır. (1362) Bir  rivayete  göre  Ankara, şehrin  uluları  tarafından  I.Murat’a hediye edilir. Bu dönemde Ankara, yoğun Türk nüfusuna olan ihtiyaç ve stratejik öneminden dolayı Karaman Beyliği ile çekişme alanı haline gelir ve birkaç defa el değiştirir.  Bu yıllarda Yabanabad’ın doğu ve güneyi Osmanlı Beyliği, batı ve kuzeyi de Candaroğulları Beyliği hakimiyetnindedir.  

       “Yabanâbad” adını ilk ne zaman aldığı bilinmemekler beraber, 1423 tarihli ilk tahrirde zikredilen “Yabanova” adının Selçuklular’dan intikal ettiğini kabul etmemiz gerekir. Bu tarihte verilen Yeğen Bey Vakfiyesi’ne konu olan vakıfların kaynağı ilk Osmanlı dönemine kadar gitmektedir. Yani bölge-yer isimlendirme ve tanımlamaları II.Murat devri tahrirlerini esas almakta, onlara da Selçuklular’dan intikal ettiği anlaşılmaktadır.

      Burada Yabanâbad tarihinde önemli bir yere sahip olan, ileride sık sık karşımıza çıkacak olan Turasan Şah Bey’den söz etmemiz gerekir. XIV.asır ortalarında Horasan’dan gelen Turasan Şah, ”Bey” ünvanı ile Ankara bölgesine yerleşmek istediğinde, sık ormanı, soğuk ve bol suyu ile temiz havasından dolayı, o zamanki adı Akçakavak olan 10 hanelik Tekke (Verimli) köyünü seçer ve  köy bundan böyle Beyköy olarak anılmaya başlar. Zamanla etrafındaki 5-10 hanelik köyler (Ortaköy, Verana, Hacıköy ve Omurlar) eşkıya korkusu ile Bey’in himayesine sığınıp Beyköy ile birleşirler.

      Bundan, güç ve nüfûzunun çok fazla olduğunu anladığımız Turasan Şah Bey, 1354 de Ankara Kalesi’nin fethine  babası ile birlikte katılır. Yabanâbad’da daha sonra kurulan en zengin vakıflar O’na ait olduğuna göre, bu zenginliğini ve nüfûzunu bu sırada elde etmiş olması muhtemeldir.

      Ankara Kalesi’nin fethinden sonra bölgede kalıcı Osmanlı hakimiyetinin kurulması için başlatılan ilhâk mücadelesine de katılarak, bu sırada  elde ettiği başarı ile yarı müstâkil bir otorite kuran Turasan Şah Bey’e,”Bölgenin bir bölümünün ilhâkla elde edilmiş ilk sahibi” olması sıfatı ile, memleketi imar-ihyâ ve iskân etmesi şartı ile II.Murat tarafından ilk mülkiyet beratı verilir.

      Buradaki Virancık (Örencik) köyü ise 1.Murat zamanında İskender Bey’e ait iken, iki hisseye ayrılıp II.Murat zamanında Ahi Paşa ve Ahi Arif’e satılır.

      Turasan Bey vakfı hakkında, Fatih Sultan Mehmet’in gönderdiği berat ise 1463 Mart’nda deftere işlenmiştir. Defterde Hiristiyan halkın; İstanoz, Güdül, Keşanuz ve Erkeksu karyelerinde yaşadığı anlaşılıyor. Yabanâbad’da ise herhangi bir gayri müslim unsur yok.

      Güdül’de 11 hane “Kefere-i Güdül” ismi ile kaydedilmiş. Keşanuz (Yeşilöz)’da 1600 akçalık epeyce fazla cizye miktarı, buradaki Hiristiyan reaya miktarı hakkında bir fikir verebilir.

      Bu sayımda ilçede gayrimüslim unsura rastlanmamış. Bu tesbitle bölgede sadece Türk ve Müslüman homojen bir yapı bulunuyor denilebilir. Ancak bazı köylerimizin çevresindeki yer isimlerinin ve “Kürd” isimli köylerin varlığı, bölgemizde vaktiyle az da olsa bir Kürd iskânının olduğunu ortaya koyuyor. Meselâ; Çamlıdere Yediören köyünün eski ismi Kürd köyüdür.

       1523-1571 arası tahrirlerde köyden; ”Kürtler ve Kuzköy,karye-i mezkûrenin ehli Kürtlerdir. Örş-i Şeriyyeden ve örfiyyeden mu’af ve müsellem olup yılda ikisi asakir-i mansureye eşerler deyu defter-i köhnede mestur, yine kemakan mukarredir.” Diye bahsediyor. 1463 sayımında Şorba yakınlarında bir Kürd köyü olduğu kaydediliyor. Bunlardan başka Taşlıca köyünün kuzey batısındaki Kürdkonağı mevkii ve Beşkonak köyündeki Kürtaltı mevkii  ve Selami Demircan’ ın ifadesine göre Yıldırım bölgesinde Kocakürdün Dere, Tilloğlunun Köprü, Kürtler mevkileri ve Kürt mezarlığı, bölgede vaktiyle Kürt iskânının bir delilidir.    

      Anadolu’ da istikrarın ve asayişin ortadan kalktığı dönemlerde, Doğu’ dan bazı Kürt aşiretlerinin bölgeye gelip yerleşmiş olabileceği söylenebilir.

       2.Mahmut zamanında, göçebelerin  azgınlıkları çoğalıp şikâyet konusu olunca, Ankara sancakbeyliği, kaza kadılıklarına gönderdiği fermanla, Kürt göçebelerinin kışlaklarına dönerken, Şorba kazası köylerinde arazi ve hayvanlara zarar verdiklerinden bahisle gerekli tedbirin alınmasını ister. Gerçekten  Kürt göçebeler, 1824 sonbaharında hayvanları ile Şorba kazası sınırları içinden geçerken, halkın 2000’e yakın koyun ve keçi, 350 den fazla beygir-kısrak, 200 kadar kara sığır-öküz ve 65 den fazla merkebini gasp etmişler, ekili araziye zarar verip bunlara engel olmaya çalışan halkı dövmüşlerdir. Ayrıca bu Kürt göçebeler Taşlıca’ya uğrayıp, köy halkından Mehmet isimli birinin kızına tecavüz etmişler.

       Bu bilgiyi açıklayan Seyfettin Bey, ayrıca köyümüzün Çaltı tarafındaki Kürt konağı mevkiinin, bu göç hareketleri sırasında bahse konu Kürtler tarafından kullanıldığı ve bu yüzden bu bölgeye Kürt konağı denilebileceği üzerinde duruyor.

      Başta Anadolu’nun fethinde görev alan beylerinkiler olmak üzere mülkler, daha II.Murat (1421-1451) zamanından itibaren vakfedilmeye başlanır. Gelirleri ile  Yabanâbad’ın gelişmesinde büyük bir paya sahip olup sonraki bölümlerde geniş olarak ele alınacaklardır.                       

      Yabanâbad’da iskânın temeli olarak kurulan bu vakıf ve tımar çiftliklerinin etrafına kurulan Türk Köyleri isimlerinin bir kısmı Beylerin ismini, bir kısmı aşiret, boy veya cemaat ismini, bir kısmı çevrede icra edilen sanat ve çevrenin ekonomik özelliklerini, bir kısmı çevrede yaşamış evliya veya türbe ismini, bir kısmı çevrenin arazi şekillerini, bir kısmı Rum ismi ile kalırken bir kısmı da renklerle tasvir edilmiştir. (Örnekler idarî bölümde detaylıca ele alınacaktır.)

      Bursa-Tebriz İpek Yolu  (Ankara, Çankırı, Çorum, Amasya, Tokat, Erzincan, Erzurum ve Aras) üzerinde bulunan ve içinde Yabanâbad’ın da bulunduğu Ankara’nın kuzeyindeki Candaroğulları Beyliği’ne ait önemli merkezlerin, Osmanlı kontrolünde tutulması meselesi yüzünden, Yıldırım Bayezid zamanında  Osmanlılar ile Candaroğulları arasındaki mücâdelelere mekân olur.

      Ankara Savaşı’nda (28 Temmuz 1402), Osmanlı Hükümdarı Yıldırım Bayezid’in, ordusu ile, bugün Çubuk ile Kızılcahamam arasında yer alan Yıldırım Ormanları’nda otağ kurduğunu bazı kaynaklar anlatıyor. Başka kaynaklarda da Timur’un Kızılcahamam yakınlarında mevzilendiği ve fillerini Işık Dağı eteğindeki ormanlarda sakladığı belirtilir. Hemşehrimiz Hüseyin Çınar; “Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası” isimli eserinde ise Yıldırım’ın otağını Esenboğa yolu yakınında Melikşah köyü yanında, Timur’un ise Pursaklar’ın batısında Kuşçu Dağı’nın Sirkeli’ye bakan eteklerinde kurulmuş olduğunu belirtiyor. Belgelere dayandığı için bu görüşün doğru olması gerekir.

     Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusundaki Rumeli kuvvetleri içinde bulunan Çıtak boyu Türkleri’nin, savaşdan sonra geri dönmeyip bölgede yerleşmiş olmaları ve bu günkü Çıtak kökünün temelini teşkil etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Bugün bölgedeki köyler (1840dan itibaren) hep Yıldırım ön adı ile (Yıldırım Ören, Yıldırım Hacılar, Yıldırım Çatak, Yıldırım Demirciler, Yıldırım Olucak gibi) anılır. 

      İlçemizin Eğerli ve Semer bölgelerinde Ankara Savaşı ile ilgili bir tesbit var. Bölgeye ilk gelen aşiretlerden atları eğerli  askerler, Başköy, Alveren Köyü tarafında, atları semerli olanlar ise Semer tarafında yerleşmiş olduklarından bölgeye “Eğerli” ve “Semer” ismi verilmiş olduğu belirtiliyor.

      Ancak bu isimlerin bölgede bir zamanlar bulunabileceği mümkün olan “Eğercilik” ve  “Semercilik” gibi sanatlarla da ilgili olabileceği gibi, bölgedeki Eğri akarsuyunun zamanla bozularak Eğerli almış olabileceği de mümkündür. Çünkü Başköy 15. ve 16. asır sayımlarında Baş İneğrilü olarak geçiyor.  Eğrili ismi sanki sonradan Eğerli olmuş gibi.

       Savaştan hemen sonra Timur 8 gün kadar Ankara’da kalır. Aksak köyü, ismini Timur’ un lâkabı olan “Aksak” dan almıştır. Bilindiği gibi Timur’un bir bacağı hafif sakat olduğu için aksayarak yürürmüş.

       Bu savaşta Yıldırım’ın, yenilmesi ile başlayan Fetret Devri’nde Ankara Yıldırım’ın oğulları arasında devamlı el değiştirir. Mehmet Çelebi’nin Anadolu’ yu ele geçirdiğini gören Süleyman Çelebi, kardeşi İsa Çelebi’yi bir ordu ile Bursa’ya gönderir. Beypazarı’nda Karaman ordusu ile çarpışarak buradan Bursa’ya gelen İsa Çelebi, Mehmet Çelebi’ye yenilerek, İsfendiyar Beyliği’ne sığınır.

      İkisi Ankara’yı Mehmet Çelebi’den geri almak isterlerse de Gerede’de yapılan savaşta yenilirler. Bunun üzerine diğer kardeş Süleyman Çelebi taze kuvvetlerle bizzat ordusunun başında Ankara kalesini kuşatır ve kenti alır.

      Böylece Ankara Yıldırım’ın oğulları arasında devamlı el değiştirir. Yabanâbad ise merkezî bir noktada mücadeleler sırasında yapılan seferlere uğrak ve konaklama yeri olarak kullanılır. Sonuçta Çelebi Mehmet’in Osmanlı tahtına oturması ile Anadolu Eyaleti’ne bağlı bir sancak olarak kalır.

       Sultan II.Murat zamanında Hacı Bayram Velî’ nin Ankara’da yaşadığı yıllarda köylerine varana kadar imar edilir. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise, Karaman Beyliği ile mücadele yıllarında dâimi bir uğrak yeri olur.

       Anadolu Beyliklerinin en önemlilerinden olan Candaroğulları Beyliği sınırları içindeki Yabanâbad, bu beyliğin, başta Osmanlılar olmak üzere diğer beyliklerle irtibat noktası konumunda ve beyliğin eğitim ve kültür merkezidir.

      Bu dönemde daha da önem kazanan Yabanâbad’ın kuzey (Güvem) bölgesinin idaresi, Candaroğlu İsfendiyar Bey tarafından oğlu Hızır Bey’e verilmek istenir. Buna karşı çıkan öbür oğlu Kasım Bey Osmanlılara başvurunca Çelebi Mehmet’in bölge üzerine yürümesi üzerine bölge idaresi Kasım Bey’in üzerinde kalır. (1417) Kasım Bey, Çelebi Sultan Mehmet’in damadıdır ve İstanbul’ un fethine katılmıştır.

       Bölgedeki Kasımlar köyü, adını o günlerden alır ve o döneme ait önemli kültür izleri taşır. Hıdırlar adı da, İsfendiyar Bey oğlu Hızır Bey’den kalmıştır.

      Osmanlılarla yapılan savaşda yenilerek Candaroğulları’na sığınan Menteşe Beylerinden Mahmut Bey, Kızılcahamam’ın kuzeyinde (İyceler Köyü’nün Menteşeler Mahallesi) yer alan ve günümüzde Menteşeler adı ile anılan havalide yerleşmiştir. Şu anda bölgede yaşayan Kara soyadlı sülâle bunların devamıdır.

       XV. Asrın ikinci yarısında ise Güvem ve kuzey bölgeleri Candaroğulları’ ndan İskender Bey bin Mehmet Bey’in mülküdür. Bölgeye ismini veren İskender Bey, elindeki arazileri vakfettiği halde Seyhamamı’nı mülkiyetinde bırakır. Eski ismi Kilise olan Seyhamamı’ ndaki kilise, muhtemelen İskender Bey zamanında yıkılarak, yerine bir cami inşa edilmiştir. 

      Osmanlı arşiv belgelerinde “tabî-i Binari” ip ucuyla belirtilen “Ilısu” köyünden bahsediliyor.  Bu durumda Ilısu köyünün, geçmişte Binari kazasına bağlı bir köy olduğu söylenebilir. Belgelerde Binari’ ye bağlı diğer köyler ve Sey Hamamı civarında sıcak su kaynaklarının bulunduğu dikkate alındığında Ilısu köyünün Güvem çevresinde bir köy (veya mezra) olduğu söylenebilir. 

      Keza Seyhamamı’ nın bağlı olduğu Yukarı Kese köyünde önemli bir yere sahip Deli İmam ailesinin ILIPINAR soyadının da ILISU bağlantılı olduğu varsayımı göz önünde tutulabilir.

     XIII asır sonları-XIV asır başları  arasında bir Horasan ereni olan Şeyh Ali-yüs Semerkandî (K.S.) hazretleri de Yabanâbad’ı şereflendirir. M.1320 de İsfahan’da doğan ve Hz.Ömer (R.A)’in dördüncü batından torunlarından bir sülâleye mensup olan bu zat, Semerkant ve Buhara’da ilim tahsil edip kemâle erdikten sonra Anadolu’ya gelir. İrşâd vazifesine önce Karaman’da devam eden Şeyh, buradan Çankırı İli Eskipazar ilçesi Şeyhler Köyü’ne,  daha sonra da Yabanâbad’a gelerek o zamanki adı Kuzviran kâriyesi olan Çamlıdere’ye yerleşir. Bu belde Şeyh’in yerleşmesinden sonra Ali Dede Şeyhler Kâriyesi olarak ün yapar. Köy Şeyh’in mülkü olan çiftlik yeri ve değirmeni vakfettiği zâviye yanında ileride bir de camii yapılmasıyla gelişmeye başlar. (Şeyh’e ait geniş bilgi ilerde  verilecekdir.)       

       Şeyh’in kerâmetleri arasında “Sığırcık-veya çekirge- suyu vardır ki, Eskipazar Şeyhler Köyü’nde bulunan bu su, arâzi ve ürüne zarar veren haşarâta karşı, usülüne uygun olarak kullanılırsa, haşaratın olduğu yerde karınları altı beyaz Sığırcık kuşları meydana gelerek zararlıları yok etmektedir. 51 Haziran 1571 tarihli ve padişah II.Selim’in mührünü taşıyan fermanda; ”Şeyh’in evlâtları olan ve sığırcık suyuna memur   edilen   kişilerin   her   türlü   vergi   ve   angaryadan muaf oldukları ve kendilerine hiç kimsenin zulüm ve baskı yapamıyacağı, bu muafiyetlere ilişkin ellerinde Hüccet-i Şerif  olup bunun her zaman geçerli olduğu” belirtilmektedir.  (Bu fermanlar her padişah döneminde yenilenmektedir.)

      Bölgeye Horasan Erenlerinin yerleştiğine bir başka örnek de, Güvem Hıdırlar Köyü camii yanındaki Horasanlı Abdullah türbesi. Fakat bu merhum zata ait bugün herhangi bir bilgiye rastlanamadığı gibi türbesinin yerinde de yeller esiyor.

      Osmanlılar’ ın Rumeli’ye geçtiği 14. asır ortalarından başlayarak, bu bölgenin geniş anlamda Osmanlı hakimiyeti altına girdiği II.Murad ve Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar, Anadolu’dan özellikle Türkmen aşiretlerinin yoğun olarak yaşadığı bölgelerden çok sayıda insanın buraya yerleştirildiği malûmdur. Ali Kemal Balkanlı’nın “Şarkî Rumeli ve Buradaki Türkler” eserinde, Yabanâbad’ dan yüzelli hane Türk’ün, Edirne Eyaleti’nin Filibe Sancağı’na bağlı Hasköy yakınlarındaki Uzuncaâbad’a nakledilerek iskân edildiği belirtilmektedir. Bu iskândan sonra Firdevs-Âşiyan Mahmud Paşa’nın bölgeye som taştan tam kârgir maa şadırvan, hamam, bir cami-i Şerif, bir mekteb-i münif, on kadar medrese odası, bir dershane ve hademe odaları inşa etmiştir.

      Aynı eserde, Hasköy ile Uzuncaâbad arasındaki mesafenin bir milden az olduğu, bölgenin kara ve demiryolları kavşağında bulunduğu, ipek, susam, anason, pamuk, tütün ve üzüm yetiştiği, tavukçuluk ve hayvancılık yapıldığı belirtiliyor. Ayrıca yakın bir yerde kaplıcalar da bulunan bölgeye sonradan Bulgar göçmenleri de yerleştirilir. Fakat 1912-13 Balkan savaşı sırasında bütün Türk evleri yağma ve tahrip edilir, camiler yıkılır, camii vakfı olan büyük han da yakılır.

       Rumeli’de  Türklerin Anadolu’dan götürülüp yerleştirildiği yerlerden biri de Çırpan ilçesidir. Ahmet Hezarfen, bunların Yabanabad Çırpan köyü ahalisi olduklarını söylüyor. Belgelere  göre, buradaki Çırpan ilçesi Ali Paşa köyü ahalisi Aralık 1811 de İstanbul’da Divan-ı Humayun’a gönderdikleri dilekçelerinde, yol üzerinde bulunan köylerinin Dağlı eşkiyasının hücumuna uğrayıp yakılıp yıkıldığını ve bu köyün yerine yeni bir köy kurmak istediklerini belirtiyorlar.

      Kanunî Sultan Süleyman devri (1520-1566) başları ve II.Selim devri (1566-1599) sonlarında yapılan sayımlardan anlaşılmaktadır ki, Yabanâbad XVI:Asırda en parlak devrini yaşamıştır. Nüfus ve üretime paralel olarak refah artmış, ekilebilir alanlar genişlemiştir.

      Alışılan yerleşik düzenin gerektirdiği hayat sürerken, yayla zamanı çıkan tatsızlıklar, köylerde bazan vukû bulan adî vakâlar ve sipahilerle aralarında çıkan nizâ (Kavga) lardan çok, halkı yağışlı ve meyilli arâzilerinde bazı yıllar akarsuların taşıp  ürünü mahvetmesi, değirmenlerin yıkılması, bataklık ve salgın hastalıklardan dolayı tabiatla giriştikleri bitip tükenmek bilmeyen mücadeleler etkiliyordu.55

       Merkezden uzak sarp yerlerde kurulan bazı köylerin halkı, bilhassa kış mevsiminden yolların kapanması, yapılan tehlikeli yolculuklardan korktukları, davarların bazılarının helâk olduğu ve hırsızlar tarafından gasp edildiğinden şikayetçidir. Yabanâbad’ın Öremiş köyü halkı bölgelerinin imardan uzak olduğu ve güvenlikten yoksun olduğu için Ankara Kadısına müracaat ederek köylerinin Derbent olmasını isterler. (Kasım 1568) Köylünün bu isteği padişaha bildirilir.

       Divan-ı Humayun’dan (Yabanâbad veya Ankara kadısı olduğu anlaşılan) Rahmi Bey’e yazılan yazıda ise konunun araştırılması, adı geçen köyün korkunç ve tehlikeli yerde olup olmadığı, bunun için Derbent olması gerekip gerekmediği, köyün eskiden beri mamureden uzak olup olmadığı hususunun bildirilmesi istenir.

      Anadolu’nun Celâlî isyanlarla sarsıldığı XVI. Asır sonlarından itibaren, Osmanlı Devleti’nin oldukça sağlam iktisadî ve millî sebeplere dayanan bu hareketi bastırmakta zorlandığı görülür. Toplum için tehlikeli hale gelen bu isyanlar üzerine köylü, yol kıyısında ve ovadaki köyünü bırakarak, Celâlilerin erişemeyeceği gözden uzak noktalarda 5-10 haneli köyler kurarak buralarda yerleşmeye başlamış. 57 Bu gün elverişsiz yerlerde toplanmış akıl dışı gibi görünen dağınık köylerimiz bu kaçışın bir göstergesidir. Atların tırmanamayacağı ve barınmanın zor olduğu dağ dorukları ve yol vermeyen orman izbeleri gibi yerleşim yerleri bölgemizde fazlasıyla mevcuttur.

      İdarî bölümde, bahsedeceğimiz Altıviran köyü de belki bu şekilde kayboldu. Çünkü kuytu sahalarda kurulan köylerimizin çoğu günümüze kadar gelmişken, açık sahalarda kurulu olanların çoğu silinmiş, dağılmış veya yer değiştirmiş.

      Kendini korumakla görevli devlet memuru ve paşadan bile gelen zulüm üzerine köylü, yol kıyısı ve düz arazideki köyünü bırakarak, atlıların tırmanamayacağı kayalık yerler, çıplak dağ dorukları ve orman içleri gibi gözden uzak 5-10 hanelik yerlere yerleşme yolunu tutmuştur. Bugün en elverişsiz yerlerde toplanmış akıl dışı dağınık köy yapımız bu kaçışın bu günlere gelmiş bir uzantısıdır.

       İsyanların arttığı 16.asır sonlarında, bazı kaza kadıları halkı silahlandırmaya başlar. Elinde Emr-i şerif bulunan bazı devlet görevlilerinin de karıştığı bu isyanda, halkın devlete ve ehl-i örfe (hükümet) güveni kalmaz. Bu yüzden bilhassa 1595-1596 yıllarında bazı kasaba ve şehirlerde ehl-i örf’e karşı  saldırılar görülür.

      Bu saldırılardan biri de Yabanâbad’da yaşanır. Yabanâbad kadısı ile Naib Abdulkadir, muhafız olduğu anlaşılan Mustafa Çavuş’u “Halka zulüm etmek” le suçlayıp mahkemeye çağırırlar. Diğer yandan da Naib Abdulkadir halkı toplayarak, ”Emr-i Şerif mucibince Dem-i hederdir” diye kışkırtmış ve Mustafa Çavuş’u mahkeme etmeye bile gerek duymadan kasaba halkına silah, taş ve sopa ile parçalatmıştır. Ayrıca iki elini de kesip evini de yağma ettirmiştir.

       Celâli önderlerinden Karakaş Ahmet de 17. asır başlarında Ankara sancağında tahribat ve talana girişir. 1603 de Yabanâbad, Murtazaâbad, Ayaş ve Bacı kadıları İstanbul’a hükümete ortak bir dilekçe yazarak, bu sırada Ankara Sancağı Mirlivası  Edip Bey’in kaymakamı olan  “Ali Kethüda’ nın hareketleri hakkında bilgi vermişlerdir. Bey’in vekili sıfatı ile güya devriye gezen Kaymakam, Celali levendlerden meydana gelen 200 silahlı ile bu kazalarda köy köy dolaşıp “Burada kıtal olmuş” diyerek cebren para tahsilatı yapıyordu. Bu tahsilat sırasında Yabanâbad köylerinden 6 yük nakit akçe olmak üzere diğer kazalardan toplam 18,5 yük (bir milyon sekizyüzellibin akça) haraçdan başka at, katır, deve ve bir çok eşyayı da zapdetmişti.

       Bu dilekçeye İstanbul’ dan gelen cevapta, isnat olunanlar doğru ise hemen hakkından gelinmesi (idamı) ferman olunmuş. Ancak Ankara Sancak beyinin vekili olan Ali Kethüda’ nın Karakaş Ahmet’ e karşı nasıl bir tavır takındığına dair bir kayıt bulunamamış.

       Osmanlıların, özellikle Yükselme devrinde parlak bir hayat seviyesine ulaşmış olan Anadolu ve üzerindeki köylerde, Duraklama devrindeki iç karışıklıklardan olumsuz etkilenmeler görülüyor. Genelde yol üzerinde kurulmuş olan köyler her zaman baskına uğrayınca, buralardan daha emin olduğu düşünülen dağ izbelerine bile göç edilip yerleşmeler başlar.

       Köylerin birbirine saldırmasının ve birbirilerinin arazilerinde hak iddia etmelerinin sebebi, anarşiden doğan otorite boşluğudur. Bu boşluktan faydalanmak isteyen komşu Y. Karaören köyü halkı, köyümüzden toprak talep edince, Taşlıca köyü halkından Seyyid İbrahim, 1729 yılında Şorba kadısına bir dilekçe ile başvurarak, köye yapılan müdahalenin menini ister.

      Ayrıca bahse konu toprakların kendilerine ait olduğunu belirten ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında (1542 yılı ortaları) verilen vakıf beratını gösteren Taşlıcalılar, Oruç Gazi adına tanzim edilmiş vakıf beratını şahitler huzurunda mahkemeye ibraz ederek; ”(Ekim-1729): ”Ecdâdımız Oruç Gâzi Sultan’a, Sultan Alaâddin Rahmetullah Hazretleri bir çiftlik yer vakfedüp ol zamandan beri tasarruf eylediğimiz topraklardır.” diye köylerinin hakkını savunmuşlardır. Kadı ise bu durumda müdahil Y.Karaören halkını bu müdaheleden men eyleyip hükmünü bir ilâm ile belirtmiştir. (Ek-9)    

       Köyün tarihî önemini göz önünde bulunduran Kültür Bakanlığı,Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 21.11.1991 tarih ve 2056 sayılı kararı ile Taşlıca Köyü’nü tekrar koruma altına almıştır.

      Anadolu’ da bir kısım açıkgöz otorite boşluğundan da istifade ederek, haksız kazancın yollarını bulmaktadırlar. Bunlardan Murtazaâbad Malkoçoğlu köyünden Katip oğlu Seyit Mehmet ve Yabanâbad Kese köyünden Çil Ahmet  “ayan” oldukları iddiası ile kendileri için vergiler toplamış, vergilere de beşer- sekizer akçe zam yapmışlardı. Bunun üzerine Murtazaâbad’ ın beş köy 1784 de kendilerini İstanbul’ a hükümete şikâyet etmişlerse de kırk köy halkı korkularından bu şikayet aleyhine ifade vererek, toplanan paranın kazanın masrafı için kullanıldığını ve ayanlardan memnun olduklarını beyan etmişlerdir.

      Fakat bir süre sonra tekrar şikayet edilmişler, bu ayan iddiasında bulunanların bir çok kimseyi de yanlarına alarak çevreye zulüm yaptıkları ifade edilince Şeyhülislam Dürri-zâde’ nin de talimatı ile bu işi incelemek üzere bir molla tayin edilip fakir fukaranın hakkının geri verilip ilgililerin ayanlık iddiasıyla halka eziyet etmelerinin men edilmesi emredilir.

      İddiada Katipoğlu Seyyid Mehmet ve Çil Ahmet’ in 1776 dan beri her vergi toplanışında kendileri için deftere beşer sekizer akçe eklediği ileri sürülüyordu. Fakat kayıtların kendilerine göre düzenlendiği ve Katipoğlu’ nun kardeşi Kadı Halil’ in davaya bakması ve baskı yapmasından dolayı davanın tam olarak görülemediği yolundaki ihbar üzerine, davanın yeniden görülmüştür. 

      Nitekim 1784 Haziran’ ında de yazılan bir ferman gereği Katipoğlunun bundan böyle derebeylik yapmaması, vazifelerinden dışarı çıkmaması, aksi halde hatır gönül dinlemeden cezalandırılacağı belirtilmiştir.

       Katipoğlu ile beraber ayanlık peşinde koştuğu iddia edilen Çil Ahmet oğlu Hasan bir süre sonra yakalanıp Aytuz kalesine kapatılır. Fakat Çil Ahmet kale dizdarının kızı ile evlenip kaçar. Bu olay üzerine kale dizdarı ile Çil Ahmet’ in yakalanıp başlarının kesilerek İstanbul’ a gönderilmesi emrolunmuşsa da Çil Ahmet’ in bundan sonra ne olduğu bilinmiyor.       

      İlçemizde Seyyid’ler  bulunabileceğine dair   elde    kayıt  var. 1786 da Nakib-ûl Eşraf tarafından, Ankara eski Kaaim makamı Fevzullah Efendi Zade Es-Seyid Lütfullah Efendi Ankara; Merkez, Yabanâbad, Haymana ve Murtazaâbad ilçelerindeki seyyidlerin başına kaymakam olarak atanmış.

      İlçe merkezi Demirciören’de iken, II.Mahmud  dönemine ait 1831 tarihli bir belgede, padişah emri ile Yabanabad’dan 70 demirci ustasının, top arabalarının kundaklarının yapımında çalıştırılmak üzere İstanbul’a sevk edilmesi  istenmiş olup bugün bu köyde bir tek demircinin bulunmaması garipdir. İstanbul’a gönderilen bu demircilerin, yakın zamana kadar köyde yaşadığı bilinen Rumlar olabileceği belirtiliyorsa da,1463 sayımında ve ondan sonraki sayımlarda gayri müslim tebaanın olmayışı bu görüşü çürütüyor. Ancak bu aileler eğer etnik olarak Rum iseler, sonradan müslüman olmaları söz konusu olabilir.

      Bugün Demirciören’de, ilçe merkezi olduğu devirden kalma “Müdür’ün Mezarı” olarak bilinen ve kitabesinden, vergi daireleri  genel müdürü, eski Ankara milletvekili Said Efendi’nin validesi Habibe Hanım’a âit olduğu anlaşılan bir mezar (Ölüm tarihi:1312-1897) mevcuttur. Köyün yakınlarında ise yeri tam olarak bilinmeyen bir kilise harâbesi olduğu söyleniyor.

      1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra Anadolu’ya Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan önemli miktarda göç akını olur. Vahşi Rus ordularının önünden kaçan Türk ve akraba toplulukları o dönemin zor şartlarına rağmen Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilir. Bunlardan 20 Çerkez ve 1 Boşnak aile Çeltikçi bölgesindeki Alibey Köyü’ne yerleşir. 93 harbi de denen bu savaştan önce gelen Kazak Türk aileler de Göl Köyü’ne yerleştirilmiş. Göl köyü bu yerleşim ile kurulmuş olup, köyün bulunduğu arazi daha önce Çırpan’a ait iken, Örencikli Meşhur Cin Ali’ nin korkusuna vermişler.

        Çeltikçi’nin batısında bulunan ve derin bir vadi ile yarılmış olan Alicin Deresi’ne ismini veren Cin Ali hakkında pek fazla bir malûmata ulaşamadık. Ancak çevrenin kendisinden kortuğu bir gerçek. Belki bir eşkıya idi. Toplumdan soyutlanıp, böyle bir yerde yaşamış olması, böyle bir fikir uyandırıyor. Derenin yamaçlarında insanın ulaşması mümkün görünmeyen mağaralarda yaşadığı anlatılıyor. Hatta buralara tırmanmanın ve yaşamanın normal insan işi olmadığı, ancak “Cin” gibi insanların yapabildiği ve bunun için kendisine Cin Ali dendiği gibi enteresan bir de tesbit var. Bağlıca’lı Seyit İpek’in (80) ifadesine göre; Cin Ali bu derenin yamaçlarındaki mağarada yanında bir kadın ile yaşar ve kadını da herkesden kıskanırmış. Bu kıskançlık o dereceye gelmiş ki, bir gün türkü söyleyerek dere boyu yürüyen bir adamın üzerine köpekleri saldırtarak öldürtmüş.

      İlçede, Ali Cin’den başka tesbit edebildiğimiz bazı eşkiyalık vakaları daha var. Bunların çoğu, Osmanlı’da  istikrarın bozulduğu gerileme devrine rastlıyor.

      1753 de Şorba’da bir dervişin eşyasını çalan kapısız (İşsiz takımı) eşkiyası, Ankara Mutasarrıfı Abdullah Paşa tarafından yakalanıp cezaevine konur. Fakat Şorba ayânı Hacı Ömer oğlu Hacı Osman’ın çobanı da kapısız takımındandır. Mezkûr çobanlar tahliye edilince, eski bir hesap yüzünden Hacı Osman’ın çobanı tarafından yaralanır. Bu işi kasden yaptırdığı sanılan Hacı Osman Ankara kalesine hapsedilir. Bunu onur meselesi yapan Ankara ‘nın diğer kaza ayânları topladıkları 300 kişilik bir kuvvetle kaleye saldırarak Hacı Osman’ı kaçırırlar.

      Olay, Divan-ı Humayun’a bildirilince, padişah I.Mahmud, Abdullah Paşa’ya yazdığı fermanla; ”Sen ki beyler beyisin, Bu Hacı Osman’ı ahaliden iste. Saklandığı yerden bulup çıkarsınlar. Nasıl olsa yakalanacaktır. Onu kimse saklamaya, arka almaya çalışmasın. Böyle yapanların sonu fena olacaktır. Engel olup güçlük çıkaranların üzerine asker sür. Hacı Osman yakalanınca bir görevli ile hemen İstanbul’a yolla. Bu işi oluruna bırakma. Ustaca yap.” Buyurur.    

      1796 Ekim ayında, ilçe halkına baskı yapan, eşya ve para gasp edip cinayet işleyen Cabi oğlu Ali ve Türedi oğlu Hasan isimli eşkiya yakalanır ve Ankara kalesine kapatılıp yargılanırlar.

        Delilbaşı Hüseyin Ağa tarafından Divan’a yazılan yazıda; Süleyman oğlu Hüseyin ve Ömer’in pazara giderken adı geçen eşkıya tarafından yollarının kesilip öldürüldükleri, mal, elbise ve atlarının gasp edildiği, ayrıca Mustafa Ağa’nın çiftliğini basıp Bekir ve İspir isimli hizmetkârları öldürüp çiftliği yağma ettikleri, kaza ahalisinin ölenlerin kanlı gömleklerini Delilbaşı’na götürüp feryad ettiklerini, bu gömleklerin İstanbul’a gönderildiği bahsediliyor.

      Bir başka eşkiyalık vakası  1851 yılında gerçekleşir. Yabanâbad kazası Özmen (?) köyünden Mustafa oğlu Mahmud, Mustafa oğlu Derviş ve Akçakese köyünden Ömer oğlu Ali isimli kişiler Gerede civarında üç köylüyü, Çukurviran köyünden Cafer oğlu Abdullah, Kırmızı oğlu Ali ve Kara Ahmed oğlu Hüseyin isimli kişiler de Mihallıçık civarında Filibeli Lazar veled-i Petri isimli zımmiyi soyarlar. Yakalanıp yargılanan bu şahıslar kürek cezasına çarptırılırlar.

      Bölgedeki bazı arazi tecavüzlerinde ise yapılan şikayetler üzerine mahalli zabıta  görevlendirilir.  Berçin Çatak köyünden Hacı Hasan Ağa’nin köy merasına

tecavüz edip, 15 dönüm araziyi gasp etmesi üzerine köy idaresi durumu Ankara Valiliğine şikâyet eder. Valilik Yabanâbad Kaymakamlığına yazdığı 4 Eylül 1909 tarihli yazı ile Hacı Hasan Ağa’nın mahallî zabıta ile men’ini istemektedir.   

      Arazi gaspı olayına vakıfların da adının karıştığı görülüyor. Meselâ 1852 de Şorba’ya bağlı Dodurga köyü’ndeki Akşerafeddin Vakfı mütevellisi Hacı Süleyman, aynı köyden merhum Keyleci Ali Ağa’nın kızları Fatma ve Ümmü Gülsüm’e kalan ev ve tarlaları haksız olarak gasp ettiği gerekçesi ile,adı geçen kızlar tarafından Divan-ı Humayun’a şikâyet edilir. Divan’dan Ankara Valisine yazılan yazıda, adı geçen gayrimenkulun varislere geri verilmesine ilişkin yapılacak yargılamada haksızlık yapılmaması isteniyor.

      Bundan başka 1787 de Şorba kazasında yol kesen Firuz İbn Ali’nin ve 1817 de Yabanâbad Şeyhler Köyü’nde Deli Ömer’in yargılanmaları da merkezî yönetim tarafından Ankara Naibi’ne bırakılmıştır. Şeyhler (Çamlıdere) köyü halkından Sarı Dede oğlu Şeyh Ahmet, arazisini elinden zorla alanları Sadrazam’a şikâyet etmiş ve bu konu ile ilgili Sadrazam fermanı Ankara Sancağı Mutasarrıfı ve Yabanâbad Naibi’ne gönderilmiştir. Fermanda şöyle denilmektedir:

 

   “ANKARA SANCAĞI MUTASARRIFI  VE  YABANÂBAD  NAİBİNE  HÜKÜM Kİ:

      “Yabanâbad  ŞeyhlerKaryesi ahalisinden Sarı Dede Oğlu Şeyh Ahmed’in sunduğu dilekçesinde: -Şeyhler karyesi toprağında iki yüz yıldan beri sahip olduğum, belli sınırlar içerisindeki mülk ve arazimin öşür ve vergisini verirken bu araziye kimsenin karışmaya ve hak iddia etmeye hakkı yokken, adı geçen köy halkından Hasan Dede oğlu-Paşa oğlu Ömer ve şeyh Ali isimli kişiler 1814 yılında hiç hakları yokken arazi ve mülküme zorla el koyup, üç yıldan beri sürüp işlemektedirler. Bu mülk ve arazilerimin mahkeme yoluyle bana verilmesi için ilgililere emirlerinizi arzederim.- Diye Divan-ı Humayun’uma müracaat etmektedir. Sen ki,Vezir-i Meşarû-n-ileyhimsin. Yerinde Şerh-û Kanun üzre amel olunmak bâbında amel olasız. Şöyle bilesiz, Âlamet-i Şerifime itimad eyleyesiz.”

 

      Bu ferman ile kanun gereği işlem yapılması istenmektedir.     

      Görülen davaların sonunda, mahkeme ilâmı taraflarca mecli-i Valâ’ya oradan da Fetvahane’ye (Şeyhülislâmlık) gönderilmektedir. Şorba Kazası Yukarı Viran (Yukarı Karaviran olabilir) karyesi ahalisinden, bir cinayet sonunda öldürülen Tur Ali’nin varisleri ve birinin ismi İbrahim olduğu anlaşılan 4 sanıkla ilgili davanın ilâmı bu şekilde ilgili makamlara gönderilmiş.

       Araştırmamız sırasında, bölgemize zaman zaman İran (Acem) asıllı ailelerin de göç ederek yerleştiğini tesbit ettik. Bunlardan biri Alişenler (Esenler) köyünün kurucusu olan Alişen ve kardeşleridir. 19.asrın son çeyreğinde (1875 den sonra,  93  harbi  sırasında Anadolu’ya yapılan yoğun göç esnasında) bölgeye gelen Alişen ve kardeşleri, Çeştepe’nin 5 Km. ilerisine yerleşmişler. Pazar’da ise Acemoğulları denen bir sülâle de bu şekilde İran’dan göç eden bir ailenin devamıdır.

      1880 yılında ilçe merkezinin nakledildiği Şorba’nın ilk adı Güney Köy’dür. Konumu itîbarı ile güneye baktığı için bu isimle anılan köyde, anlatıldığına göre, gelene gidene çorba ikrâm ettiği için Çorba Dede diye anılan muhterem bir zatın ölümünden sonra köyün ismi Şorba kalır. Bu yıllarda yapmı düşünülen Ankara-İstanbul  yolunun, ilçe merkezinden geçmesi veya ilçe merkezinin bu yol üzerinde olması istenildiği için Şorba’ya taşındığından bahsediliyor.

      İlçe merkezinin taşınmasından sonra Şorba’da hızlı bir meskenleşme yaşanır. Bu sırada zenginler arası adetâ bir yarış başlar ve sanki birbirine nisbet olarak yapıldığını imâ etmek ister gibi adına “Nisbet Konakları” denilen lüks binalar yapılır. Her katında W.C. ve banyo, zemin katta ambar, samanlık, ahır ve  kiler, odalarda yüklüklerin (gömme dolap), bakır kapların dizildiği sergenlerin (raf) bulunduğu bu konakların yapım yıllarında şehrin imârına da önem verilmiş.

       Birbirine paralel üç cadde ve bunları kesen sokakların kenarlarında yaya kaldırımları ve altlarında kanalizasyon şebekesi o devrin imkânları göz önünde tutulduğunda hayli mâmur olduğu anlaşılır.

     Şorba’nın bu mâmur günlerinde bağlarının bolluğu da biliniyor. Fakat zamanla doğa tahribi sonucu, bağların yanı sıra ormanlar da yok olmuş. Kaçak odun temini ve kereste ticareti amacıyla ormanı yok edilen bu topraklar bugün çıplak. Vaktiyle geyik ve ayı gibi yaban hayvanlarının da bulunduğu bu ormanlardan kaçak olarak elde edilen kereste, hayvanlarla, ormancı ve zâbıta korkusu altında yapılan uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Ankara, Polatlı, Haymana ve hatta Şerefli Koçhisar’da pazarlanıp satılarak, yerine alınan tahıl ve tuz ile geri dönülürmüş.

      Bu arada, ilçe merkezi Şorba ile Pazar’ın ayrı ayrı yerleşim yerleri olduğunu da belirtmeliyiz. Çünkü zikredilen, o döneme ait borç senetlerinde, Saraç, İğmir, İğdir, Karaviran ve Çeştepe ile beraber Pazar da ayrı bir köy olarak geçiyor.

      Bu dönemle ilgili olarak Şemsettin Sami Bey’in Kâmus-u Âlam isimli eserinde; ”Ankara Sancağı’nın kuzeyinde bir ilçe olduğu,Doğu ve Kuzeyden Kastamonu, Batıdan Beypazarı ve Ayaş, Güneyden Zir (Şimdiki Yenikent) ve Çubuk ile çevrili olduğu ,ilçe merkezinin Çorba Kâriyesi (Köyü), hepsi Müslüman olmak üzere 175 köy ve 48.250 nüfusa sahip olduğu  ve ilçe hudutları içinde 130 camii,15 mescid, 8 medrese, bir rüşdiye, bir iptidâiye (ilkokul), 15 sıbyan mektebi (Çocukların temel din ve Kur’an eğitimi aldıkları okul), 72 dükkân ve 190 adet de değirmen olduğundan”  bahsedilir.

      Abdülhamit Han’ın son devirlerinde, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nde görevli subaylarından Sabki ve arkadaşı Sandison, iki tercüman ile, İzmirden başlayıp bütün Anadolu’yu izin almadan gezerler. Amaç, Osmanlı topraklarında ayaklanma ve huzursuzluk çıkması muhtemel yerleri tesbit etmektir. Ekip gezi sırasında Ankara-Yabanâbad (Şorba Kızılcahamam Güvem) yolu ile Çerkeş, Kurşunlu, Ilgaz ve Kastamonu’ya giderler.

      Durum Serasker Mehmet Paşa tarafından 29 Eylül 1905 de Hükümete bildirilir.

      Bu seyahat sonradan (Mayıs-1923) Lozan barış görüşmelerinde bahis konusu olur. İngiliz başbakan Lord Gürzon, gûya Osmanlı bünyesindeki azınlıklara haksızlık yapıldığını ispat etmek ister gibi;”Bu seyyahlar Türkiye’nin her tarafını gezip, gördüklerini rapor ettiler” diye konuşur.

      Görüldüğü gibi o döneme ait belgelerden,Yabanâbad halkının tarım ve hayvancılıkla meşgûl olduğunu, bunun yanında ororite ve istikrarın bozulduğu, güvenin sarsıldığı dönemlerde yer yer gasp gibi olayların yaşandığını öğreniyoruz. Herşeye rağmen gene de o günün şart ve imkânları dahilinde başkent İstanbul’da olup bitenler takibedilebilmekte ve siyâset kendine taraftar bulabilmektedir.

      Yabanâbad’lı Mesud nam ve İttihat ve Terâkki taraftarı olduğu anlaşılan biri İstanbul’a çektiği 16 Ocak 1909 tarihli telgrafda, Sadrazam Mehmet Kâmil Paşa’ yı 31 Mart Olayı’nın bastırılmasından dolayı kutlar ve ilçede istibdat ! döneminde yolsuzluk yapan memurların cezalandırılmasını ister. Telgrafta şunlar yazılıdır:

 

      “DERSAADET’DE  MAKAM-I  SADARETPENAHÎ’YE,

      “Ankara Vilayeti’nde mülhak Yanab Âbad kazası ahali-i umumiyesi namına fahim-hanenizi âcizane tebrik iderim.El-yevm kazamız müstebit şaibe mesbuku-ı-ahvâl me’murin elinizdedir. Mazileri mahkûmiyyetleri muhakkak âdil muvacehesinde arz idileceğinden, kazamız hakkında lütf-i fahimanenizin ibzâli müsterhamdır-ferman.”

          3 Kânun-î Sanî 1325 (1909) Ahali namına Mes’ud

 

      Bu zat ileride Yabanâbad Müdafaa-i hukuk Cemiyeti başkanlığı yapacak ve  İngilizlere protesto telgrafı çekecektir. Cumhuriyet’in ilân edildiği yıl ise bir ara Kaymakam vekilliği yapmış. Cemal Koçak’a (1922) göre Mesud bey, ilçede 1932-1946 arası belediye başkanlığı yapan Tahir Barlas’ın babasıdır.

      Bilhassa, II.Meşrutiyet’in ilân edildiği ilk yıllarda ilçemizde kısa zaman içinde birkaç kaymakamın görev yaptığı anlaşılıyor.

      Meselâ bu tarihlerde,Yabanâbad kaymakamı iken görevinden azledilen Mustafa Sadık Efendi’nin, Dahiliye Nezareti’ne 27 Eylül 1909 tarihli telgraf ile başvurarak “Mağduriyetinin ve sefaletinin giderilmesi için kendisine harcırah  ödenmesini talep ettiğini”ancak “Görevinden azledilen memurlara harcırah ödenemeyeceği“ gerekçesi ile bu isteğinin yerine getirilmediği bir başka belgeden anlaşılmaktadır.

      Mustafa Sadık efendinin, (31 Mart vak’asının ardından) görevden alınmasından sonra ilçeye kaymakam olarak Emin Bey atanır. Fakat görevi sırasında yolsuzluk yaptığı ve uygunsuz hareketlerde bulunduğu iddiasıyla Hasan bin Hüseyin isimli biri tarafından Ankara Valiliği’ne şikâyet edilir. Soruşturma sırasında (tahminen) kaymakam görevden alınarak Uluborlu’ya tayin edilir. Fakat  soruşturma sonunda, Emin Bey’in suçsuz olduğu tesbit edilir ve durum Dahiliye Nezareti tarafından 2659/16 sayı ve 29 Ağustos 1909 tarihli bir yazı ile Ankara Valiliği’ne bildirilir.

      Soruşturma sırasında Uluborlu’ya atanan Emin Bey’in yerine Yabanâbad’a atandığını tahmin ettiğimiz İbrahim Ethem Bey de burada durmak istemez. Ankara Valiliğine yazdığı18 Eylül 1909 tarihli dilekçesinde; ”Mülkiyeden mezun olduktan sonra Kalecik ve Mihalıççık’da kaymakamlık yaptığını, sonra da Yabanâbad kaymakamlığına atandığını, burada 5 ay kadar çalıştığını, fakat buranın su ve havasına alışamadığını, bu nedenle sağlığının bozulduğunu, üstelik ailesi kalabalık olduğu için geçim sıkıntısı çektiğini, bunun için terfi ettirilerek Aydın, Hüdavendigâr (Bursa),veya Kastamonu illerindeki üçüncü sınıf bir ilçeye kaymakam olarak atanmasını” istemektedir.

      Ankara Vilayeti bu dilekçeyi gereği için Dahiliye Nezaretine gönderir. Dahiliye Nezareti  24 Eylül 1909 tarihli cevapta; ”Kaymakam İbrahim Ethem efendinin, arzu ettiği vilayetlerde açık yer olmadığı için,yerinde durmasını” istemektedir.

      II.Abdülhamit devrinin şikâyet konusu yapıldığı bir başka olay ise gene 31 Mart vak’ası sonrası yaşanır. Yabanâbad kazası sandık emini (Veznedar) Karslı Ahmet, görevindeki suistimalinden dolayı Ankara valiliği tarafından görevden alınınca, Dahiliye nezaretine bir telgraf çekerek (7 Şubat 1910) il yöneticilerini şikâyet eder. Telgrafda; ”Dayanağımızın Kanun-î Esasî olması gerekirken Ankara Vilayeti yöneticilerinin hepsinin istibdat yanlısı olduklarını ve Vilâyeti bunların elinden kurtarmak için Maliye ve Dahiliye nezaretlerinden tarafsız ve adil birer heyet gönderilmesini” talep ederek, kendinin gûya o sırada iktidarda bulunan İttihat ve Terakki partisi taraftarı olarak kayırılacağını tahmin etmektedir. Halbuki İttihat ve Terakki partisi iktidara geleli 11 ay olmuştur. Karslı Ahmet eğer bu iddiasında samimi ise, il yönetimini niçin o zaman şikâyet etmediği merak konusudur.

      Bu yıllarda Şeyhler’ (Çamlıdere) de meydana gelen ve büyük çapta nüfus hareketine yol açan yangınla ilgili gelişmeler şöyle cereyan etmiştir.

       Belgelere göre, bu yangında 700 den fazla ev, 120 dükkân ve bir de cami yanmış. Yangını kasıtlı çıkardığı sanılan Gerede Ovacık köyünden 8 kişi, Çamlıdere’li Hacı Hasan Efendi’nin tesbiti ile şikâyet edilir. Bu şahıslar, Bolu Mutasarrıflığı’nca yakalanıp Yabanâbad kaymakamlığına teslim edilir. Fakat şikâyetçi Hasan Ağa ile, sorgu hakimi Rıfat Efendi kardeş oldukları için, Bolu mutasarrıfı ve Ankara valiliği, İçişleri Bakanlığını adalete gölge düşebileceği fikriyle uyarır. İç İşleri Bakanlığı da gereğini yapar. (14 Eylül 1909)

       Yangında meydana gelen zarar için Yabanâbad kaymakamlığı, hane başına 500 Kuruş olmak üzere toplam 350.000 Kuruş yardım ve zaruri ihtiyaçlar için ödenek  talep eder. Ankara valiliği bu talebi uygun görerek olduğu gibi İç işleri Bakanlığına bildirirse de, bakanlık istenenden daha az bir miktar (40.000 Kuruş) ödenek gönderir. Bu yardım da iki parti halinde yangın mağdurlarına ödenir.

       Bu yangından sonra Çamlıdere halkının büyük bir kısmı Kızılcahamam ilçe merkezi ve  köylerine yerleştirilir.

      İlçe merkezinin 1915 yılında bugünkü Kızılcahamam’a nakli ile ilgili olarak bazı rivâyet ve belgeler var. Kamu oyunda yaygın bir görüşe göre Çataklı Hacı Hasan Ağa bölgede hatırı sayılır ve sevilen biridir. Her hafta Çorba pazarına geldiğinde çocuklar karşılamak için önüne çıkar. O’da önüne ilk gelen çocuğa bağlaması için atını verir ve hepsine de bahşiş dağıtır.

       Pazarda da bütün esnaf ve çevre köylerin halkı kendisine büyük saygı gösterir. Bunu çekemeyen eşraftan Hamdi Ağa çocukları toplayarak onlara para dağıtır, Hacı Hasan Ağa’yı artık karşılamamalarını, her hafta kendilerine para vereceğini ve pazara gelip giderken O’nu yuhalayıp arkasından teneke çalmalarını söyler. Çocuklar da Hamdi Ağa’nın dediklerini yaparak, Hacı Hasan Ağa’yı rencide ederler. Haysiyeti zedelenen Hacı Hasan Ağa, bir pazar dönüşü, gene yuhalanınca, köyün hemen dışında atının üstünde geri dönerek:

      -Hamdi Ağa ! oturduğunuz bu yerleri viran ettirmezsem bana da Hacı Hasan Ağa demesinler ! diye seslenir.

      Köyüne dönünce de hazırladığı hediyelerle İstanbul’a gider. Orada tanıştığı saray marangozunun yardımı ile Dahiliye  Nazırı’ (İçişleri Bakanı) nın huzuruna çıkıp durumu anlatır ve ilçe merkezinin Çorba’dan naklini talep eder.

      Fakat bu günlerde ilçe merkezinin Kızılcahamam’a taşınmasına sebep olan  asıl olay yaşanır. Hamdi Ağa iki evlidir ve  zengin ve köklü ailelerinden birinin kızı ile yaptığı ikinci evliliği ile daha da güçlenir. I.Dünya savaşının başladığı günlerde beklenen olay vukû bulur. Eşrâf hanımlarının yaptığı mutâd günlerden birine biraz geç gelen Hamdi Ağa’nın eşlerinden Çakır Pehlivan’ın kızı Şerife Hanım, Kaymakamın eşinin ayağa kalkmaması ve kendisi ile ilgilenmemesine üstelik diğer hanımların bu duruma gizlice gülmelerine oldukça içerler ve durumu kocasına bildirir. O günlerde nüfuz husûmeti sebebiyle zaten arası açık olan Hamdi Ağa, sokak ortasında kaymakama çatar ve tokatlar. Ağa’nın hışmından korkan köy halkı ve resmî görevliler  müdâhele edemezler. Çünkü, İttihat ve Terakki Partisi iktidardadır ve Hamdi Ağa’nın küçük kardeşi Dr.Mehmet Fahri Bey etkili bir İttihatçıdır. Üstelik bu yıllarda Osmanlı’da otoritenin iyice azaldığı yıllardır. 

       Bu durum karşısında küçük düşen kaymakam ise atına binip ilçeyi terkeder ve Kızılcahamam’a gelir. Burada bir hana yerleşir. Ardından  görevliler de gelirler ve ilçe fiîlen Kızılcahamam’a taşınmış olur. (1914) İlçemiz o zaman, yaz aylarında kaplıca tedâvisi için gelenlerin kaldığı 60 odalı bir han ve bir hamamdan ibarettir.

      Olaydan haberdar olan Ankara Valiliği ve İstanbul hükümeti ise duruma yasal yönden müdâhele ederek, adetâ Şorba’yı cezalandırır.Ankara Valiliği’nden İçişleri Bakanlığı’na yazılan 18.Ocak.1914 tarihli bir yazı ile “Yabanâbad’ın ilçe merkezi olan Çorba Kazası’nın, köylere uzak olması, Kızılcahamam’ın ise merkezi bir konumda olması ve şifâlı suları ile ileride daha da gelişebilecek bir yerleşim yeri olduğu” ndan bahisle buranın ilçe merkezi olması teklif edilir.

        Ancak bu talep İçişleri Bakanlığınca, İl Daimi Encümeni kararı eksik olduğu için kabul edilmeyip geri gönderilir. Bunun üzerine aynı işlemler yenilenip uygun bir şekilde düzenlenerek İç İşleri Bakanlığına   yeni bir teklif yapılır. Bu yeni teklifte önceki yazılanlara ilaveten; ” Kızılcahamam ve civarında bulunan Sey Hamamı ile Vişi (Maden) suyunun kasabaya çok büyük bir ticaret kaynağı olacağı,  yakında pek büyük bir kasaba haline geleceği, civardaki çeltik tarımının sağlık bakımından sakınca teşkil etmesine rağmen bunun kısa bir çalışma ile ortadan kalkabileceği ve ayrıca ilçe merkezinde gerekli resmi binaların halk tarafından ücretsiz yaptırılabileceğine dair halktan alınan taahhütnamelerin de ekli olduğu “ belirtilerek, yeni ilçe merkezinin Kızılcahamam’ a taşınmasının uygun olduğu bir kere daha teklif edilir.  Bu teklif üzerine Kızılcahamam kanunen  ilçe merkezi olur. Yazışmalar 1914 içinde olur. Ancak Kızılcahamam’ın resmen merkez olması, o günkü şartlarda yazıların geç ulaşması sonunda 1915 Kasım ayına kadar uzar.

      1898 de nahiye yapılan Çamlıdere ise, daha önce Beypazarı’na bağlı iken ilçenin taşınması ile 1915 de Kızılcahamam’a bağlanır.

Derleyen...: Davut ARAÇ                                                     Site Yöneticisi:
                                                                                           Hasan DÖNER

Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam4
Toplam Ziyaret521435
Whatsapp İletişim Hattı
Kabir Ziyareti

...::: OTACI KÖYÜ :::...

Yönetici

  

Takvim
K.Hamam Soğuksu Haber
Namaz Vakitleri
Hava Durumu
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.778434.9178
Euro36.529236.6756